Gazete Duvar için hazırladığım "Yetmez ama evet diyenler anlatıyor" başlıklı dosya haber için 11 isimden görüş almıştım. Her isme max. 1000 vuruşluk yer ayırdım ve bazı görüşleri kısaltmak zorunda kaldım. Osman Can'ın sorularıma e-postayla verdiği yanıtları eksiksiz olarak burada paylaşıyorum.
https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/08/18/yetmez-ama-evet-diyenler-anlatiyor/
Yetmez Ama Evet yönündeki tavrınızı sahipleniyor musunuz?
Bana göre oldukça
karmaşık bir durum var. Önce bir hafızamızı tazeleyelim: 1960 darbesiyle
anayasal düzlemde inşa edilen bir askeri vesayet vardı. Bu askeri vesayet, 1971
Anayasa değişiklikleriyle güçlendirildi. 1982 Anayasası ile de
kurumsallaşmasını tamamladı. Siyaset, ekonomi ve bilim bu gerçekliğin izin
verdiği sınırlar içinde cereyan ediyordu. Bu bir yandan asker-sivil kurumlar
ile seçilmiş siyasi aktörler arasında bir denge ve denetime imkân sağlasa da,
mahiyeti demokratik değildi. Son karar da sonuçta demokratik meşruiyeti olmayan
kurumlara aitti. Bu gerçeği şimdi pek çok kişi hatırlamak istemeyebilir.
Hatırlamamak suretiyle “yetmez ama evet” pozisyonunu savunmuş olanları daha
rahatça eleştirmek elbette mümkün, ama doğru olmaz. Türkiye’nin AB’ye adaylık
statüsünü elde etmesiyle başlayan reform süreci zaten askeri vesayetin
tasfiyesini, yerel yönetimlerin özerkliğinin sağlanmasını, özgürlükler
üzerindeki sınırlamaların kaldırılmasını beraberinde getiriyordu. AB ilerleme
raporlarında ısrarla dile getirilen demokratikleşme Türkiye’de ulusal program
olarak uygulamaya konmuştu ve üstelik bu program AKP’den önce hazırlanmıştı.
AKP bu programı siyasal elitleri çok fazla zorlamadan ilerlemek istedi. Ancak
yapısal reformlar daima güçlü bir dirençle karşılanacaktı. Kamu yönetimi
reformu dönemin ana muhalefet partisi ile Cumhurbaşkanının sert direnciyle
karşılaştı ve yerel yönetimlerin özerkliği rafa kalktı. Cumhurbaşkanlığı
seçimlerine doğru giderken, 367 garabeti ve darbe tehdidi yaşandı. 2007
seçimlerine doğru giderken yeni anayasa taslağı hazırlandı, ancak benim
yetersiz gördüğüm bu taslağın hazırlanması dahi AKP’ye kapatma davasının
açılması için yetti. Bu süreçteki hukuksuzlukları, ayak oyunlarını ve hukuki ve
siyasi ahlaka uymayan davranışları herhalde en iyi gözlemleyen kişilerden biri
de benim.
Kürt sorununa çözüm için
plansız, programsız, stratejisiz bir şekilde ve sadece taktik oyunlarıyla da
olsa adımlar atıldı, ancak bu adımlar dahi ciddi engellerle karşılandı. Ülkenin
demokratikleşmesi için anayasal düzlemde yapısal reformların yapılması kaçınılmazdı.
Bu ihtiyaç hem yurt içinde, hem de yurt dışında
objektif olarak görülebiliyordu. AB raporları askeri vesayetin tasfiyesi, başta
Anayasa Mahkemesi olmak üzere yargının hukukun üstünlüğü ve demokratik
çoğulculuk temelinde yeniden yapılandırılması zorunluluğundan söz ediyordu.
Askeri vesayetin bulunduğu bir ülkede demokrasinin yeşermesi zaten mümkün
değildi.
Bir cenahın AKP’yi ontolojik olarak “kötü” ve “yok
edilmesi gereken habis bir ur” biçiminde görmesi, demokratikleşmenin
ilerletilmesini eksik, sorunlu, ala turka, yalap şalap da olsa desteklenmesi
yönünde ciddi bir ulusal ve uluslararası destek yarattı. En son askeri
mahkemelerin görev alanının daraltılması yönünden kanun değişikliğinin Anayasa
Mahkemesi tarafından 2009’un sonunda iptal edilmesi karşısında başka da bir yol
kalmamıştı.
Yetmez ama evet
pozisyonunda bulunanların çoğundan daha farklı bir durumum vardı. Onlar sivil
toplumdan hareketle siyasal tutum alarak ilerlediler. Ancak ben 2002-2010
tarihleri arasında sistemin nasıl çalıştığının en iyi görülebildiği bir
konumdaydım ve 2010 referandumunu hazırlayan siyasal ve hukuksal süreçlerin
içindeydim, parçasıydım. Anayasal tasarımın neden değişmesi gerektiğini sadece
teorik olarak değil, aynı zamanda uygulamadan ve sistem tasarımı mantığından
hareketle değerlendirebilecek deneyime sahiptim. 2010 Referandumunda
Türkiye’nin tüm akademik ve entelektüel sermayesi özgür bir kamusal tartışma
içindeydi ve tüm argümanlar ortaya kondu, tartışıldı, eleştirildi. O dönem
neden “hayır” denmesi gerektiği konusunda beni ikna edebilecek herhangi bir
argüman yoktu. En ikna edici argüman “onlara güvenmiyorum” argümanıydı, ancak
bu çok bilimsel değildi.
“Koşulsuz evet” de doğru
gelmiyordu, zira o dönem de katıldığım programlarda sürekli vurguladığım gibi,
bu değişiklikler sadece demokratik anayasal düzene geçişin imkânını
sağlamaktadır. Ancak bu imkân değerlendirilmezse, daha kötü günlerle
karşılaşacaktık. Şu metaforu kullanıyordum: Hapishanede gardiyanları tasfiye
edip çıktık, ancak yeni yaşam kurmak çok zor ve zahmetli, onu
gerçekleştirmezsek, hapishaneyi ararız, ama artık o eski hapishane de olmayacak
ve bütünüyle güvensiz bir siyasal yaşamla karşılaşacağız!
Şimdi daha kötü günlerle karşılaşma ihtimali var diye
hayır demek bana politik açıdan mantıklı bir tutum gibi gelmedi, halen de
gelmiyor. Şu anki duruma bakıp, lanetler okuyarak pişmanlık duymak mümkün, ben
de bazen böyle hissedebiliyorum, ama bu kanımca çocukça bir davranış olur.
2010 itibariyle Anayasa
Mahkemesi’nin yapısı kısmen demokratikleştirildi. Bireysel başvuru getirildi.
Askeri yargının görev alanı daraltıldı. Grev yasaklarının politik olanları
kaldırıldı. HSYK’nın yapısı da çok yetersiz bir şekilde demokratikleştirildi
ama Anayasa Mahkemesi’nin müdahalesiyle FETÖ kontrolüne girmesinin önü açıldı.
Burada kabahat sadece AYM’de değil, esas itibariyle AKP’de, bunu sonradan
anlıyoruz.
Bugünkü aklım olsaydı muhtemelen yine “yetmez ama
evet” derdim, belki de boykot ederdim. Ama mücadelemi daha farklı yürütürdüm.
Değişiklik paketinin içeriğine etkide bulunmak için muhalefeti ikna
doğrultusunda daha çok çalışırdım (çok çalıştım da). Kamuoyu üzerinden daha
fazla baskı oluşturmak için uğraşırdım. Daha etkili politik araçlara
başvururdum belki.
Analitik yaklaşımla “hayır” diyenlerin tercihi
kıymetliydi, aynı yaklaşımla “yetmez ama evet” de öyle. Buna karşın sırf
“dindarlar, muhafazakârlar ne yaparsa yapsın karşıyım” yaklaşımıyla “ne yaparsa
yapsın desteklerim” yaklaşımını sorunlu gördüm, halen de görüyorum.
O dönem BDP referandumu boykot kararı almıştı. 2010’dan bugüne yaşananlara bakıp “keşke boykot deseymişim” dediğiniz oluyor mu?
O bir seçenek olurdu
elbette. Ama o tarihte bana sorunlu geldi. Özellikle siyasi parti kapatma
rejiminden en fazla zarar gören ve şikayetçi olan bir siyasal gelenek olarak,
tam da siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıran Anayasa değişikliği
maddesinin paketten düşmesine neden olduklarını görünce, boykot tutumunun kabul
edilmesi benim için daha da zorlaştı. Ki daha birkaç ay önde partileri
kapatılmıştı. Buna rağmen paketin oylamalarında kısmen destek verdikleri halde,
kapatmayı zorlaştıran maddeye destek vermediler ve AKP’deki milliyetçilerin de
desteğini çekmesiyle madde paketten düştü. Buna milliyetçilikler ittifakı da
demek mümkün. Bunu halen ciddi bir sorumsuzluk olarak nitelendiriyorum.
Anti
YAE'cilerden bazıları referandum ile sonrası arasında doğrusal bir ilişki
kurup, 2010 tarihini AKP’nin otoriterleşme sürecinin miladı / dönüm noktası
olarak gösteriyorlar. Size göre iktidar tam olarak hangi olaydan / tarih
aralığından itibaren tam anlamıyla otoriterleşmeye başladı?
İlişki elbette var, ama
doğrusallığına katılmıyorum. Hatta yazılanlara bakılırsa, Meclisin işlevini
yitirmesine ve erkler ayrılığının tasfiyesine yol açan 2017 referandumu ile
2010’un karıştırıldığını söylemek mümkün. 2010’da AB ve Avrupa Konseyinin
esaslı desteği vardı. 2017’de ise kesin bir şekilde karşıydılar. Birincisi
demokratikleşme imkânını yaratırken, ikincisi bu imkânı gömüp üzerine de beton
döktü.
Kuşkusuz 2010 referandumu
askeri vesayeti tasfiye etti. Dolayısıyla demokratik siyaset üzerinde parmak
sallayan bir denetim mekanizması kalmadı. Demokratik denetim mekanizmaları da
yetersizdi, ki bu Türk anayasal düzeninin temel karakteristiğiydi. Askeri
vesayet veya kurucu parti vesayeti nedeniyle böyle bir şeye ihtiyaç
duyulmuyordu. Askeri vesayet kalmadı diye otoriterleşmenin miladı olarak 2010
referandumunun görülmesi sorunlu bir yaklaşım. Bu durumda sonrasında ittihat ve
terakki diktatörlüğüne giden yolu açtı diye II. Meşrutiyet’i de veya 1925 ve
sonrasında tek parti diktatörlüğüne giden yolu açtı diye 1920 Meclisini mahkûm
etmemiz gerekecek. Bence her bir siyasal gelişme kendi içinde hem riskleri, hem
de imkânları barındırır. Sonrasında nasıl bir mücadele verildiğine bakılması
gerekir.
Yine
bir milattan söz edilecekse, milat ne olabilir?
Kurumsal yönden
baktığımda, ben miladı pekâlâ 2004 yılındaki Kamu yönetimi reformunun
Cumhurbaşkanı ve dönemin ana muhalefet partisinin bölücülük suçlaması içeren
direnciyle akamete uğratılması olarak alabilirim. Çünkü yerel yönetimler 1921
Anayasasındakine yakın bir şekilde özerkleştiriliyor ve merkezin idari yetkisi
istisnai hale geliyordu. Bu Türk anayasal ve siyasal tartışmalarında çok
şehvetli ve çekici olmasa da bence parlamenter sistem-başkanlık sisteminden çok
daha fazla yaşamsaldı ve demokratikleşmenin zemini mahiyetindeydi. Zemini
demokratikleştiriyordu. Demokrasi, ancak demokratik zemin üzerine kurulabilir
bana göre. Sonraki tüm anayasal reformlar, katı merkeziyetçi bu zemin üzerinde
demokratikleşme çabası şeklinde oldu. Sanırım esas kervanı burada kaçırdık.
İkinci kervanı ise 2011 ve sonrasındaki Anayasa çalışmalarında masanın
devrilmesiyle kaçırdık. Sonra da iflah olmadık.
Siyaset psikolojisi
yönünden baktığımda, milat 367 ile kapatma davasının açılması idi. Kapatma
davası özellikle etkiliydi, çünkü parti kıl payı kapatılmaktan kurtulmuştu.
Parti elitleri, özellikle şahin, savaşçı, radikal unsurları, “bakın
demokratikleşmeyle olmaz, ne yaparsak yapalım, bunların derdi bizi yok
etmektir!” duygularında haklı olduklarını göstermiş oldular ve parti içindeki
ılımlı unsurlara karşı denge sağlandı. Kürt açılımı, 2010 Anayasa referandumu
ve anayasa çalışmaları ılımlı unsurlar bakımından yurt dışından, içerideki
demokratik unsurlardan ve ekonomideki başarılardan alınan destekle yürütüldü;
bir yere kadar.
Bireysel psikoloji ise bu
gelişmeleri de çökerten etken olarak düşünülebilir. 7 Şubat 2012 girişimi bir
milat sayılabilir. Çünkü Erdoğan’ın ameliyat masasındayken MİT Müsteşarının
gözaltına alınmak istenmesi olayı ile birlikte ılımlı unsurlar, zaten hiyerarşik
bir şekilde örgütlenmiş parti yapısında gittikçe artan oranda etkisizleşti.
Gezi direnişi ve 17-25 Aralık olayları ise, siyasal mekanizmanın bütünüyle
bireysel psikolojik durumun güdümüne girmesine yol açtı.
Bence bugün yaşanan
otoriterleşme ve demokrasiden hızla uzaklaşma canımızı yaktıkça, suçlayacağımız
ve kızgınlığımızı yönlendireceğimiz odaklar arıyoruz. Bu çok insani bir durum.
Ama yol bu değil, yol demokrasi mücadelesinde iş birliği, deneyimlerde,
hatalardan ders çıkararak ilerlemeden geçiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder