Gazete Duvar için hazırladığım "Yetmez ama evet diyenler anlatıyor" başlıklı dosya haber için 11 isimden görüş almıştım. Her isme max. 1000 vuruşluk yer ayırdım ve bazı görüşleri kısaltmak zorunda kaldım. Ferhat Kentel'in sorularıma e-postayla verdiği yanıtları eksiksiz olarak burada paylaşıyorum.
https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/08/18/yetmez-ama-evet-diyenler-anlatiyor/
“Yetmez
ama evet” yönündeki tavrınızı sahipleniyor musunuz?
Tabii sahipleniyorum. Daha doğrusu 2010 Anayasa referandumu
koşulları bugün olsa, o günkü aktörler o zamanki söylemleriyle bugün konuşsalar
gene aynı tavrı sergilerdim. Ben aktörlerin niyetlerini okumak, gerçek
düşüncelerini okumak konusunda “uzman” değilim. Sosyolog olarak elimden gelen
şey insanların, siyasal aktörlerin ya da toplumsal hareketlerin “söylediklerini”
dinleyip, anlamaya çalışmaktır. Kendi çapımda siyasal kararlar almaya çalışan
bir birey olarak da kendi değerlendirmelerimin yanısıra, başkalarının
değerlendirmelerini dinleyip, yan yana gelebildiğim insanlarla ortak
değerlendirmelerde bulunup, aklıma yatan kararlara uymak ve gerekli gördüğüm
siyasi adımları atmaya çalışmaktır. Tabii ki bugün AKP’nin gelmiş olduğu
noktanın, o günkü söylemleriyle ilgisi yok. Ancak burada sorun benim gibi
“yetmez ama evet” diyenlerin yanılgısı değil; bizzat toplumdaki özgürlük
meselelerine hassasiyet gösteren, Ermeni meselesinde “gerekirse özür dileyen”,
Kürt meselesinde “analar ağlamasın” diyen, AB ile demokratikleşme adımları
atan, o zaman kadar görülmeyen bir ölçüde devlet ve toplum arasında yumuşama
sinyalleri veren bir AKP’nin nasıl olup da bugünkü 180 derecelik farklı bir
konuma geldiğidir. İşte sanıyorum totaliter zihniyetin AKP’sinin sebebini
“yetmez ama evetçilerde” değil, AKP’nin otoriter devlet geleneğiyle hemhal
olmasında, o geleneğe esir olmasında rol oynayan aktörlerde aramak lazım.
Mesela bırakın “yetmez ama evet”i, o günlerde bizzat “hayır” diyen ve bugünün
politik mimarlarından MHP gibi odakların rolünü düşünmek lazım. O günlerde söz
konusu olan ve özgürlükler konusunda göreli de olsa, adımlar atılabileceğine
dair –en azından benim gibi insanlarda- umut uyandıran “Anayasa”dan fersah
fersah uzağız.
Yani bir anlamda, AKP’nin bir bütün olarak, homojen bir biçimde,
niyetinin bugünkü kâbus dolu Türkiye’yi kurmaya niyeti olup da bunu sakladığını
düşünmüyorum. Söz konusu olanın daha ziyade AKP’nin devletin içine girdikçe,
değiştiğini, devlet içinde girdiği koalisyonla totaliterleştiğini düşünüyorum.
Kaldı ki, “yetmez ama evet” ben bilirimci “tek aktör
patolojisine” karşı alternatif bir siyaset yapma biçiminin izdüşümüydü. Siyaseti
uzlaşmalar ve koalisyonlar olarak düşünmek için olağanüstü bir adımdı. Herkesin
“en doğruyu ben bilirim” dediği bir memlekette bir tevazu örneğiydi.
Başkalarıyla köprüler kuran, başkalarıyla birlikte, yeni daha iyi hedefler
koyma çabasıydı. Kibirli bir devletin altında, herkesin kendi gettosunda ve kibirle
siyasi “cemaatler” ürettiği bir toplumda “yetmez ama evet” bir “suç” değildi.
Eğer bir “suç” varsa, o zamandan sonra sürekli üzerine çullanacak düşman arayan
iktidarda ve o zamandan beri bugünkü iktidarın diline benzeyen dilleri
kullanmakta çekince görmeyen, bitmez tükenmez bir düşmanlıkla, kolay günah
keçisi arayan odaklara bakmak faydalı olabilir.
Ama ben gene de suçlu arayıp bulmakla pek bir adım
atabileceğimizi düşünemiyorum. Şu anda memleketin kumandasına oturmuş ve
insanların her anlamda nefes almasını imkânsız hale getiren bir zümreye karşı “illâ
benim dediğim olacak” kibrine düşmeyen bir tavırla “yetmez ama evet”
denilebilecek siyasi alternatifleri düşünmekte fayda var.
O
dönem BDP referandumu boykot kararı almıştı. 2010’dan bugüne kadar yaşananlara
bakıp “keşke boykot deseymişim” dediğiniz oluyor mu?
Hayır, böyle bir pişmanlık duymuyorum. Ama AKP’nin zaman içinde
kotardığı düşmanlık ve kutuplaşma politikalarına karşı, onun MHP gibi savaş
partileriyle aynı yatağa girmesini engelleyecek daha geniş barış platformları
oluşturabilseydik keşke diyorum. Ya da memlekette “evet”, “hayır” ya da “boykot”
diyen ama her kesim içinde gerçekten demokrasi isteyen kesimlerle bir araya
gelmenin ve konuşmanın yollarını bulabilseydik keşke.
Evetçileri
eleştirenden bazıları referandum ile sonrasında yaşananlar arasında doğrusal
bir ilişki kuruyorlar, 2010 tarihini AKP’nin otoriterleşme sürecinin miladı /
dönüm noktası olarak görüyorlar. Size göre kırılma noktası neresiydi? AKP tam
olarak hangi olaydan / tarihlerden itibaren otoriterleşmeye başladı?
Dönüm
noktasının 2010 olduğundan emin değilim. Bir ölçüde evet ama AKP en önemli
virajı “Gezi direnişi” ile aldı. Gezi, her türlü talep patlamasından korkan bir
devleti ve her türlü alternatif arayıştan korkan muhafazakâr bir kitlenin
korkularını birleştirdi. Bence, 1930’lardan beri sınırlı ve azınlık bir kitle
desteğine sahip otoriter Türk devleti, korkan muhafazakâr AKP seçmeni sayesinde
hatırı sayılır bir kitle tabanı sağladı. Başka bir şekilde ifade edecek
olursam, AKP’ye destek veren “Anayasa’ya evet” diyen kitlenin özgürlük arayışı
ile Gezi’de “Erdoğan’ı yedirmeyiz” diyen kitle arasında ruh hali bakımından
dağlar kadar fark var. Birisi korkmayan, alternatif düşünen, diğeri otoriter
popülist bir rejime payanda olan bir kitle… İşte Gezi, bu kitlenin siyasette
ihtiyaç duyulan, totaliter pratikler için her zaman hazır bir kitle haline
gelmesine vesile oldu. Gezi’den sonraki ikinci aşama ise “devrim kardeşi”
Gülencilerle girdiği savaş oldu. Tarihteki bütün totaliter örneklere
baktığımızda, dönüşüm dalgasının üzerinde iktidara gelen sınıf ve siyasi
grupların “özgürlükçü” karakterlerini “devrim”den hemen sonra kendi içlerinde
iktidar savaşı vermeye başladıklarında kaybettiklerini ve küçük bir kesimin
bizzat totaliter yapıyı ürettiğini görürüz. Önce “paralel yapı” olarak
adlandırılıp, sonrasında “Fetö”ye terfi eden Fethullahçı cemaat de, özellikle
Gezi’den sonra, devletin tepesindeki ittifakların yeniden tasarlanmasında çok
iyi bir fırsat oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder