24 Ağustos 2020 Pazartesi

'Yetmez ama evet' röportajları (1) - Osman Can


Gazete Duvar için hazırladığım "Yetmez ama evet diyenler anlatıyor" başlıklı dosya haber için 11 isimden görüş almıştım. Her isme max. 1000 vuruşluk yer ayırdım ve bazı görüşleri kısaltmak zorunda kaldım. Osman Can'ın sorularıma e-postayla verdiği yanıtları eksiksiz olarak burada paylaşıyorum. 


https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/08/18/yetmez-ama-evet-diyenler-anlatiyor/


Yetmez Ama Evet yönündeki tavrınızı sahipleniyor musunuz?


Bana göre oldukça karmaşık bir durum var. Önce bir hafızamızı tazeleyelim: 1960 darbesiyle anayasal düzlemde inşa edilen bir askeri vesayet vardı. Bu askeri vesayet, 1971 Anayasa değişiklikleriyle güçlendirildi. 1982 Anayasası ile de kurumsallaşmasını tamamladı. Siyaset, ekonomi ve bilim bu gerçekliğin izin verdiği sınırlar içinde cereyan ediyordu.
Bu bir yandan asker-sivil kurumlar ile seçilmiş siyasi aktörler arasında bir denge ve denetime imkân sağlasa da, mahiyeti demokratik değildi. Son karar da sonuçta demokratik meşruiyeti olmayan kurumlara aitti. Bu gerçeği şimdi pek çok kişi hatırlamak istemeyebilir. Hatırlamamak suretiyle “yetmez ama evet” pozisyonunu savunmuş olanları daha rahatça eleştirmek elbette mümkün, ama doğru olmaz. Türkiye’nin AB’ye adaylık statüsünü elde etmesiyle başlayan reform süreci zaten askeri vesayetin tasfiyesini, yerel yönetimlerin özerkliğinin sağlanmasını, özgürlükler üzerindeki sınırlamaların kaldırılmasını beraberinde getiriyordu. AB ilerleme raporlarında ısrarla dile getirilen demokratikleşme Türkiye’de ulusal program olarak uygulamaya konmuştu ve üstelik bu program AKP’den önce hazırlanmıştı. AKP bu programı siyasal elitleri çok fazla zorlamadan ilerlemek istedi. Ancak yapısal reformlar daima güçlü bir dirençle karşılanacaktı. Kamu yönetimi reformu dönemin ana muhalefet partisi ile Cumhurbaşkanının sert direnciyle karşılaştı ve yerel yönetimlerin özerkliği rafa kalktı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru giderken, 367 garabeti ve darbe tehdidi yaşandı. 2007 seçimlerine doğru giderken yeni anayasa taslağı hazırlandı, ancak benim yetersiz gördüğüm bu taslağın hazırlanması dahi AKP’ye kapatma davasının açılması için yetti. Bu süreçteki hukuksuzlukları, ayak oyunlarını ve hukuki ve siyasi ahlaka uymayan davranışları herhalde en iyi gözlemleyen kişilerden biri de benim.

Kürt sorununa çözüm için plansız, programsız, stratejisiz bir şekilde ve sadece taktik oyunlarıyla da olsa adımlar atıldı, ancak bu adımlar dahi ciddi engellerle karşılandı. Ülkenin demokratikleşmesi için anayasal düzlemde yapısal reformların yapılması kaçınılmazdı. Bu ihtiyaç hem  yurt içinde, hem de yurt dışında objektif olarak görülebiliyordu. AB raporları askeri vesayetin tasfiyesi, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yargının hukukun üstünlüğü ve demokratik çoğulculuk temelinde yeniden yapılandırılması zorunluluğundan söz ediyordu. Askeri vesayetin bulunduğu bir ülkede demokrasinin yeşermesi zaten mümkün değildi.

Bir cenahın AKP’yi ontolojik olarak “kötü” ve “yok edilmesi gereken habis bir ur” biçiminde görmesi, demokratikleşmenin ilerletilmesini eksik, sorunlu, ala turka, yalap şalap da olsa desteklenmesi yönünde ciddi bir ulusal ve uluslararası destek yarattı. En son askeri mahkemelerin görev alanının daraltılması yönünden kanun değişikliğinin Anayasa Mahkemesi tarafından 2009’un sonunda iptal edilmesi karşısında başka da bir yol kalmamıştı.

Yetmez ama evet pozisyonunda bulunanların çoğundan daha farklı bir durumum vardı. Onlar sivil toplumdan hareketle siyasal tutum alarak ilerlediler. Ancak ben 2002-2010 tarihleri arasında sistemin nasıl çalıştığının en iyi görülebildiği bir konumdaydım ve 2010 referandumunu hazırlayan siyasal ve hukuksal süreçlerin içindeydim, parçasıydım. Anayasal tasarımın neden değişmesi gerektiğini sadece teorik olarak değil, aynı zamanda uygulamadan ve sistem tasarımı mantığından hareketle değerlendirebilecek deneyime sahiptim. 2010 Referandumunda Türkiye’nin tüm akademik ve entelektüel sermayesi özgür bir kamusal tartışma içindeydi ve tüm argümanlar ortaya kondu, tartışıldı, eleştirildi. O dönem neden “hayır” denmesi gerektiği konusunda beni ikna edebilecek herhangi bir argüman yoktu. En ikna edici argüman “onlara güvenmiyorum” argümanıydı, ancak bu çok bilimsel değildi.

“Koşulsuz evet” de doğru gelmiyordu, zira o dönem de katıldığım programlarda sürekli vurguladığım gibi, bu değişiklikler sadece demokratik anayasal düzene geçişin imkânını sağlamaktadır. Ancak bu imkân değerlendirilmezse, daha kötü günlerle karşılaşacaktık. Şu metaforu kullanıyordum: Hapishanede gardiyanları tasfiye edip çıktık, ancak yeni yaşam kurmak çok zor ve zahmetli, onu gerçekleştirmezsek, hapishaneyi ararız, ama artık o eski hapishane de olmayacak ve bütünüyle güvensiz bir siyasal yaşamla karşılaşacağız!

Şimdi daha kötü günlerle karşılaşma ihtimali var diye hayır demek bana politik açıdan mantıklı bir tutum gibi gelmedi, halen de gelmiyor. Şu anki duruma bakıp, lanetler okuyarak pişmanlık duymak mümkün, ben de bazen böyle hissedebiliyorum, ama bu kanımca çocukça bir davranış olur.

2010 itibariyle Anayasa Mahkemesi’nin yapısı kısmen demokratikleştirildi. Bireysel başvuru getirildi. Askeri yargının görev alanı daraltıldı. Grev yasaklarının politik olanları kaldırıldı. HSYK’nın yapısı da çok yetersiz bir şekilde demokratikleştirildi ama Anayasa Mahkemesi’nin müdahalesiyle FETÖ kontrolüne girmesinin önü açıldı. Burada kabahat sadece AYM’de değil, esas itibariyle AKP’de, bunu sonradan anlıyoruz.

Bugünkü aklım olsaydı muhtemelen yine “yetmez ama evet” derdim, belki de boykot ederdim. Ama mücadelemi daha farklı yürütürdüm. Değişiklik paketinin içeriğine etkide bulunmak için muhalefeti ikna doğrultusunda daha çok çalışırdım (çok çalıştım da). Kamuoyu üzerinden daha fazla baskı oluşturmak için uğraşırdım. Daha etkili politik araçlara başvururdum belki.

Analitik yaklaşımla “hayır” diyenlerin tercihi kıymetliydi, aynı yaklaşımla “yetmez ama evet” de öyle. Buna karşın sırf “dindarlar, muhafazakârlar ne yaparsa yapsın karşıyım” yaklaşımıyla “ne yaparsa yapsın desteklerim” yaklaşımını sorunlu gördüm, halen de görüyorum.


O dönem BDP referandumu boykot kararı almıştı. 2010’dan bugüne yaşananlara bakıp “keşke boykot deseymişim” dediğiniz oluyor mu?


O bir seçenek olurdu elbette. Ama o tarihte bana sorunlu geldi. Özellikle siyasi parti kapatma rejiminden en fazla zarar gören ve şikayetçi olan bir siyasal gelenek olarak, tam da siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıran Anayasa değişikliği maddesinin paketten düşmesine neden olduklarını görünce, boykot tutumunun kabul edilmesi benim için daha da zorlaştı. Ki daha birkaç ay önde partileri kapatılmıştı. Buna rağmen paketin oylamalarında kısmen destek verdikleri halde, kapatmayı zorlaştıran maddeye destek vermediler ve AKP’deki milliyetçilerin de desteğini çekmesiyle madde paketten düştü. Buna milliyetçilikler ittifakı da demek mümkün. Bunu halen ciddi bir sorumsuzluk olarak nitelendiriyorum.


Anti YAE'cilerden bazıları referandum ile sonrası arasında doğrusal bir ilişki kurup, 2010 tarihini AKP’nin otoriterleşme sürecinin miladı / dönüm noktası olarak gösteriyorlar. Size göre iktidar tam olarak hangi olaydan / tarih aralığından itibaren tam anlamıyla otoriterleşmeye başladı?


İlişki elbette var, ama doğrusallığına katılmıyorum. Hatta yazılanlara bakılırsa, Meclisin işlevini yitirmesine ve erkler ayrılığının tasfiyesine yol açan 2017 referandumu ile 2010’un karıştırıldığını söylemek mümkün. 2010’da AB ve Avrupa Konseyinin esaslı desteği vardı. 2017’de ise kesin bir şekilde karşıydılar. Birincisi demokratikleşme imkânını yaratırken, ikincisi bu imkânı gömüp üzerine de beton döktü.

Kuşkusuz 2010 referandumu askeri vesayeti tasfiye etti. Dolayısıyla demokratik siyaset üzerinde parmak sallayan bir denetim mekanizması kalmadı. Demokratik denetim mekanizmaları da yetersizdi, ki bu Türk anayasal düzeninin temel karakteristiğiydi. Askeri vesayet veya kurucu parti vesayeti nedeniyle böyle bir şeye ihtiyaç duyulmuyordu. Askeri vesayet kalmadı diye otoriterleşmenin miladı olarak 2010 referandumunun görülmesi sorunlu bir yaklaşım. Bu durumda sonrasında ittihat ve terakki diktatörlüğüne giden yolu açtı diye II. Meşrutiyet’i de veya 1925 ve sonrasında tek parti diktatörlüğüne giden yolu açtı diye 1920 Meclisini mahkûm etmemiz gerekecek. Bence her bir siyasal gelişme kendi içinde hem riskleri, hem de imkânları barındırır. Sonrasında nasıl bir mücadele verildiğine bakılması gerekir.


Yine bir milattan söz edilecekse, milat ne olabilir?


Kurumsal yönden baktığımda, ben miladı pekâlâ 2004 yılındaki Kamu yönetimi reformunun Cumhurbaşkanı ve dönemin ana muhalefet partisinin bölücülük suçlaması içeren direnciyle akamete uğratılması olarak alabilirim. Çünkü yerel yönetimler 1921 Anayasasındakine yakın bir şekilde özerkleştiriliyor ve merkezin idari yetkisi istisnai hale geliyordu. Bu Türk anayasal ve siyasal tartışmalarında çok şehvetli ve çekici olmasa da bence parlamenter sistem-başkanlık sisteminden çok daha fazla yaşamsaldı ve demokratikleşmenin zemini mahiyetindeydi. Zemini demokratikleştiriyordu. Demokrasi, ancak demokratik zemin üzerine kurulabilir bana göre. Sonraki tüm anayasal reformlar, katı merkeziyetçi bu zemin üzerinde demokratikleşme çabası şeklinde oldu. Sanırım esas kervanı burada kaçırdık. İkinci kervanı ise 2011 ve sonrasındaki Anayasa çalışmalarında masanın devrilmesiyle kaçırdık. Sonra da iflah olmadık.

Siyaset psikolojisi yönünden baktığımda, milat 367 ile kapatma davasının açılması idi. Kapatma davası özellikle etkiliydi, çünkü parti kıl payı kapatılmaktan kurtulmuştu. Parti elitleri, özellikle şahin, savaşçı, radikal unsurları, “bakın demokratikleşmeyle olmaz, ne yaparsak yapalım, bunların derdi bizi yok etmektir!” duygularında haklı olduklarını göstermiş oldular ve parti içindeki ılımlı unsurlara karşı denge sağlandı. Kürt açılımı, 2010 Anayasa referandumu ve anayasa çalışmaları ılımlı unsurlar bakımından yurt dışından, içerideki demokratik unsurlardan ve ekonomideki başarılardan alınan destekle yürütüldü; bir yere kadar.

Bireysel psikoloji ise bu gelişmeleri de çökerten etken olarak düşünülebilir. 7 Şubat 2012 girişimi bir milat sayılabilir. Çünkü Erdoğan’ın ameliyat masasındayken MİT Müsteşarının gözaltına alınmak istenmesi olayı ile birlikte ılımlı unsurlar, zaten hiyerarşik bir şekilde örgütlenmiş parti yapısında gittikçe artan oranda etkisizleşti. Gezi direnişi ve 17-25 Aralık olayları ise, siyasal mekanizmanın bütünüyle bireysel psikolojik durumun güdümüne girmesine yol açtı.

Bence bugün yaşanan otoriterleşme ve demokrasiden hızla uzaklaşma canımızı yaktıkça, suçlayacağımız ve kızgınlığımızı yönlendireceğimiz odaklar arıyoruz. Bu çok insani bir durum. Ama yol bu değil, yol demokrasi mücadelesinde iş birliği, deneyimlerde, hatalardan ders çıkararak ilerlemeden geçiyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder